Ben başkan olsaydım eğer, çıkaracağım ilk ve belki de tek Kanun Hükmündeki Kararname “Nezaket ve Hoşgörü Kanunu” olurdu.
Kötülük dilini yasaklardım. Nefret ve kin söylemlerini hiç affetmezdim. Yasağı dinlemeyen sosyal medya magandalarına ağır yaptırımlar getirirdim.
Bir maganda için en hafif ceza, insanları incitmeden kendini ifade etmeyi öğrenene kadar sosyal medyadan ve kalabalık ortamlardan uzak durması olurdu.
Esasında, sadece sosyal medya yasağı bile aklını başına getirirdi keratanın. Feysbuksuz ve tivıtırsız bir sabaha uyansın da görsün gününü.
Siz yatın kalkın da başkanlık niteliklerine sahip olmamama şükredin. Yoksa ben neleri yasaklayacağımı öyle iyi biliyorum ki aklınız şaşar. Hele bir de RTÜK’ün başına geçsem, ah, ah… Hayali bile cihana değer. İki günde aleme nizam getirmezsem muhalefet partisi başkanı olmaya razıyım.
Şaka bir yana, sosyal medyanın hayatımıza girmesiyle beraber, birçok güzelliğin yanı sıra, giderek olağanlaşıp yaygınlaşan kötücül bir dilin kuşatması da başladı. Hepimiz az veya çok etkisi altındayız bunun.
En kibarımız, en düşüncelimiz bile soldan kalktığımız bir güne feysbuktan ya da tvitırdan sağa sola çemkirerek başlayabiliyoruz.
O an bizi kimin okuduğunu, parmaklarımızın ucundan dolu taneleri gibi yağan kelimeler yığınının hangi kalpte nasıl çiziklere yol açacağını hiç düşünmüyoruz tabiiki.
Duygusal atıklarımızı salıyoruz sanal aleme ve sonra rahatlamış bir ruh hâliyle işimize gücümüze devam ediyoruz.
Hatta belki de sevgiyi aşkı anlatan naif bir yazıyla bezgin ruh hâlimizi neşeye eviriyoruz. Arkamızda enkaz bırakmışız ne gam, biz rahatladık ya.
Ha bazen de şu oluyor; kendi negatif ruh hâlimiz başkalarınınkiyle birleşiyor ve çoğaldıkça çoğalıyor.
Hele bir de gündeme takılırsak yandı gülüm keten helva.
Okumalarımızla-yazmalarımızla, kâh çöktükçe çöküyor ve çöktürüyoruz; kâh alevlendikçe alevleniyor ve tabiiki alevlendiriyoruz.
Siyaset ve din etrafında dönüp duran öfkeli gündem, en kibar, en düşünceli insanda bile iğneleyen, aşağılayan bir dil olarak çıkabiliyor karşımıza.
Ve bu dilin dozajı giderek yükseliyor maalesef.
O kadar ki, bazen nasıl olup bittiğini anlamadan, ağzımızdan kaçırdığımızda utancımızdan yerin dibine geçeceğimiz, sevdiğimiz saydığımız insanlara asla söyleyemeyeceğimiz laflar savuruyoruz havaya.
Dünyada bir tek bizim düşünce biçimimiz varmış ve herkes de sanki o düşüncedeymiş gibi davranıyoruz. Halbuki bir an olsun, en sevdiğimiz ve saydığımız insanın da karşı fikirde olduğunu; yazdıklarımızı üstüne alınabileceğini ve kalbinin paramparça olabileceğini düşünebilsek parmaklarımız taş kesilip yazmaz olur herhâlde.
Haydi çıtayı biraz daha yükseltip ufkumuzu genişletelim.
Parmaklarımız ucundan sanal aleme akan sözcüklerin, anında yüzlerce, binlerce hatta milyonlarca kişiye ulaşma potansiyeline sahip olduğunu hatırlayalım ve ülkemizin hatta gezegenin sinerjisini etkilediğini düşünelim. Düşünmekle kalmayalım, hayal edelim. İliğimize kemiğimize hissedelim…
Nasıl?
Sizin de içinizden “Bize acilen yeni bir lisan lazım!” diye sessiz bir çığlık yükseldi mi?..
Ne hoş tesadüf ki Miraç kandili bugün. Üstüne üstlük 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı. Bu sessiz çığlığımızı bugün duaya çevirelim.
Belki bir duyan olur.
Göklerden kalplerimize iyiliğin lisanı iner belki.
Ve bir de bakarız ki düne kadar sövüştüğümüz-dövüştüğümüz insanlarla dahi sevginin ve hoşgörünün diliyle ortak noktalarda buluşup farklılıklarımızı şefkatle sarmalamışız.