Haziran 2013: Gezi olaylarının başından sonuna kadar neredeyse her gün ve her gece Gezi Parkı ve Taksim’deydim. Olaylar sürerken sıcağı sıcağına yüzlerce kişiyle konuşup gözlemler yaptım ve hem kitlenin, hem de kendimin ruh hâlini anlamaya çalıştım. Çok ağır, çok yorucu, insanı allak bullak eden bir süreçti. Hâlâ da öyle.
Aslına bakarsanız, 30 Mayıs Perşembe günü, Gezi Parkı’ndaki ağaçlar için eylem yapan çevreci grubun çadırları yakılmasaydı, Çevik Kuvvet ekipleri eylemcilere TOMA aracı ile tazyikli su sıkıp biber gazı bombaları atmasaydı, Taksim’de bir eylem olduğundan haberim bile olmayacaktı belki de.
Ama bu olayı duyunca “Bu kadar da olmaz artık” diyerek hem çevrecilere destek vermek, hem de durumu kendi gözlerimle görüp konuyla ilgili bir yazı hazırlamak niyetiyle gittim oraya.
Şimdi bana “Polisin eylemcilere biber gazı sıktığını ilk defa mı duydun? Onlar bunu hep yapıyorlar” diyebilirsiniz, doğrudur. Ama daha önceki olaylardaki biber gazı müdahalesi (medyadan öğrendiğimiz kadarıyla) eylemcilerle polis arasındaki çatışmalar sırasında gerçekleşiyordu. Bu olayda ise durum farklıydı.
Kolluk kuvvetleri, uyuyan insanlara müdahale ediyordu!
Her neyse, 30 Mayıs Perşembe gününün öğleden sonrası olay yerindeydim. Gezi Parkı’nı bu kadar kalabalık ilk defa görüyordum doğrusu. İstanbul, Gezi Parkı’na pikniğe gelmiş gibiydi o gün.
Hani sevdiklerimizin kıymetini sağlıklı günlerinde bilmeyiz, onları alabildiğine ihmal ederiz de ölümcül bir hastalığa yakalandıklarında kaybetme korkusuyla kendimizi helak ederiz, ölmemeleri için canımızı bile vermeye razı oluruz ya, öyle bir şeydi hâlimiz.
Saatler ilerledikçe kalabalık artıyordu. Çoğunluğu gençlerden oluşmakla beraber her yaştan, her sınıftan insan vardı. Gençlerden bazıları top oynuyor, bazıları sohbet edip şarkılar söylüyor, bazıları da harıl harıl pankartlar hazırlıyordu. Bu durumdan yola çıkarak olayların bu noktalara varmasının eylemciler açısından çok da beklenen bir şey olmadığı tahmininde bulunmak çok yanlış olmaz herhalde.
SDP ve girişte masa kurup Gezi Parkı’nın “park” olarak kalması için imza toplayan Taksim Dayanışması’ndan başka bir örgüt çarpmadı gözüme. (Diğer örgüt ve partilerin varlık göstermesi, polisin meydanı eylemcilere terk etmesinden sonra başladı.) İşin en güzel yanı da sloganların sadece çevre ve doğa ile ilgili olmasıydı. Galiba bir tane de “AKP istifa” pankartı vardı. Ama çok azınlıkta kaldığı için pek ciddiye almadım. Diğerlerindeki sloganlarsa şunlardı:
“Saraylara savaş, kulübelere barış”
“Hiçbir şey sonsuz değildir, son sözü doğa söyler”
“Direniş de sermaye kadar küreseldir”
“Bu projeyi durdurabiliriz”
Bir ara yere serdikleri büyük beyaz bir beze slogan yazan 15-16 yaşlarındaki iki çocuğa “Aman dikkat edin! Bu sloganlarınızı siyasete dönüştürmeyin, örgütleri karıştırmayın işinize. Çünkü o zaman iş amacından sapar, başka yerlere kayar, kimse de sizi desteklemez” diye öneride bile bulundum. Eh, saflığımın da her durum ve ortamda kanıtlanması lazım ya, ben o lafları söyledikten beş-on dakika sonra, altında oturduğumuz ağaçlara önce pankart asıldı, ardından da tam tepemize kocaman harflerle SDP yazan bir flama. Heyhat, benim minik uyarım hatırlatma işlevi görmüştü. Tabiî işin gerçeğini bilemiyorum, acaba ben mi hatırlatmıştım, yoksa ara sıra gelip gençlerin arasında dolaşan “orta yaşlı” ağabeyleri mi, o da ayrı mesele.
Çocukların Ağabeyleri
İki hafta sonra internette yayılan bir videoyu izlerken, o çocukları ve “ağabey” i polise taş ve molotof atan eylemciler olarak görür gibi oldum. (Benim konuştuğum çocukların videoda gördüklerim olupolmadığına tam emin olamıyorum. Ama “ağabey” için en fazla yüzde beşlik bir yanılma payı bırakabilirim.)
Haberlere göre, polislere molotof atarken belindeki tabancası da görünecek şekilde kameralara yakalanan “ağabey”in adı Ulaş Bayraktaroğlu’ydu ve olayların merkezinde olan Devrimci Karargâh Örgütü üyesiydi. Bazı haberlerde polisle işbirliği yapan bir provokatör olduğu iddiaları da yer alıyordu. Sonradan görüştüğüm eylemcilerden biri de bu iddiaların doğru olduğunu düşünüyor ve SDP’lilerin olayların başından beri bu tür eylemlerde bulunduklarını söylüyordu. Polisle işbirliği iddiasını neye dayandırdığını sorduğumda ise, “TOMA’ların onlara tazyiksiz su sıkması, molotof atması, cebindeki silah, hepsinin yüzünde yeni ve profesyonel gaz maskeleri olması…” diye sıraladıktan sonra şöyle devam etti sözlerine: “Taş, molotof, ne varsa hep bunların başının altından çıktı.O ana kadar polis ne yaparsa yapsın, hiç kimse molotof filan atmadı. Düşünsene, adamın elinde molotof patlıyor, sanki TOMA’daki polis arkadaşıymış gibi ‘Söndür!’diye işaret ediyor.”
Biliyorsunuz, olaylar orada kalmadı ve ertesi gün de (31Mayıs) devam etti, birçok ile yayıldı. Polis müdahalesinin en yoğun olduğu anlara bizzat tanık olamadım. Çünkü Haliç’teki Mavi Marmara şehitlerini anma törenine gitmeyi tercih etmiştim. Gece yarısına doğru eve döndüğümde ilk işim, Beyoğlu’nda yaşayan arkadaşlarımı aramak oldu. Polisin İstiklal Caddesi’ndeki kalabalığın üzerine çok fazla sayıda biber gazı bombası attığını, arka sokaklardaki evlerin dahi bu yoğun gaz dumanıyla dolduğunu anlattılar.
Olaylar Büyüyordu
31 Mayıs’ı Haziran’a bağlayan gecenin sabahında Boğaz Köprüsü’nü yürüyerek geçip Taksim’e gelmek isteyen çok sayıda insan, köprünün Beşiktaş çıkışında tazyikli su ve biber gazı müdahalesi ile karşılandı. Olaylar zamanla durulacağına, çığ gibi büyüyerek kontrolden çıkıyordu.
Tüm Türkiye ayaktaydı artık. Her yerde, hatta yurtdışında “Taksim’e destek” yürüyüşleri düzenleniyordu.
İçişleri Bakanı Muammer Güler, 1 Haziran tarihinde 48 ildeki 90’dan fazla eylemde 939 kişinin gözaltına alındığını ve 53’ü vatandaş, 26’sı polis olmak üzere toplam 79 kişinin yaralandığını açıklarken, Ankara Tabip Odası da sadece Ankara’daki eylemler sonucunda 15’i ağır olmak üzere 414 kişinin yaralandığını, bir kişinin ise beyin ölümünün gerçekleştiğini bildiriyordu.
Mazlum-Der’in raporuna göre Haziran ayının son haftasındaki durum şuydu: Biri polis olmak üzere beş kişi öldü, on iki kişi gözünü kaybetti, altmışı ağır olmak üzere yüzlerce kişi yaralandı ve yüzlerce kişi de gözaltına alındı.
“Canlara bu kadar zarar gelmişken eşyaya gelen zararın lafı olmaz” diyerek es geçiyorum…
Kitle Tepkisi
Kitleler için meselenin üç beş ağaç olmaktan çıkışının başlangıç tarihi 31 Mayıs’tı. Polisin yoğun kalabalıklara uyguladığı orantısız ve gereksiz şiddet, çok geniş bir kesimde tam anlamıyla infial oluşturdu. Bu durum, eylemin gerekçesinin -herkes tarafından kabul edilebilir- masum bir içeriğe sahip olmasından ve çevreye duyarlı barışçıl gençler tarafından sahiplenilmesinden kaynaklanıyordu.
31 Mayıs’taki şiddet ve öfke patlamasından sonra, sıcağı sıcağına şunları not almıştım:
Polis müdahalesinden sonra ortaya çıkan bu öfke patlamasını ve halkın yoğun tepkisini hiç düşünmeden ‘Cumhuriyet Mitingleri’ne bağlayanlar çok yanılıyorlar. Bu, daha doğal, daha sahici bir durum. Çünkü çok zorlu bir alacakaranlık kuşağından geçiyoruz. Ve bu süreçte, doğruların yanında çok yanlışlar da yapıldı. O yanlışlar, insanları belirsizlik ve güvensizlik duygularına sürükledi. Bu duyguları, kendi dışında olup biten her şeye karşı derin bir çaresizlik hissi takip etti. Çaresizlik hissinin ardından ise korku, panik ve öfkeye dönüştü. En sonunda da son olayların tetiklemesiyle patladı. Etki-tepki yasasıdır bu. Er veya geç yaşayacaktık bu durumu.
İnsanların duygu, düşünce ve tepkilerini göstermelerinin en temel demokratik hakları olduğunu unutmamak lazım. Birikmiş negatif enerjinin bir şekilde boşalması gerekiyordu. Dolayısıyla sağlıklı bir toplum için de bu hakkın ‘şiddetten uzak bir şekilde’ kullanılması şart. Diğer bir şart ise aşırı ve provokatif yorumlara itibar etmemek, dezenformasyonlar karşısında çok uyanık olmak ve en önemlisi de birbirimizi ‘düşman’ olarak görmekten vazgeçmek. Ha bir de herkesi bir kefede gören olumsuz genellemeler ve hakaretler içeren yorumlardan uzak durmak tabii ki.
Eğer herkes üzerine düşen sorumluluğu yerine getirirse ve gerçekleri (mümkün olduğunca objektif, sağduyulu ve kışkırtıcı söylemlerden kaçınarak) anlatırsa, şerden hayır çıkacağına ve bu süreçten gelişerek çıkacağımıza inanıyorum.”
Ayrışma
O günden bugüne yaşadığımız süreç, hiç de benim umut ettiğim iyimser tablo içinde gelişmedi. Gerilim sürekli tırmandı. Kutuplaşmalar, ayrışmalar iyice derinleşti.
Toplum, “muhalefet ve iktidar taraftarları” olarak ikiye bölündü.
Adlı adıyla söyleyecek olursak yeni bölünmenin adı: “Tayyipçiler ve Tayyipçi olmayanlar”.
Arada kalanları, tarafların haklı ve haksız yanlarını görüp eleştirenleri her iki kesim de dışladı.
Safını belirleyeceksin ve siyahla beyazın dışında hiçbir rengi görmeden, diğer tarafın ne dediğini anlamaya bile çalışmadan hasmına (yani karşı tarafa) saldıracaksın.
Hakaretler, dezenformasyonlar, belaltı vuruşlar aldı başını gitti. İnsanlar, “Savaşta her yol mübah” diyordu ve düşman (!) cephesine karşı yekpare bir vücut olarak hücuma geçiyordu.
Sosyal medya Zehirlenmesi
Yapılan dezenformasyonların boyutunu, hayatın ne kadar zehirlendiğini ve kutuplaşmaların giderek nasıl tırmandığını en iyi sosyal medyada görebiliyordu insan. Olayların ilk günlerinde çektiğim fotoğrafları kısaca yorumlayarak facebook sayfamdan paylaşmıştım. Amacım, dörtte üçü AK Partili (çoğu da dergimizin yazarı ve okuyucusu) olan arkadaşlarıma parkın içindeki ve çevresindeki ortamı anlatmaktı.
Fotoğraf ve yorumlarla orada olan insan profilinin sadece marjinal ve yıkıcı gruplardan oluşmadığını göstermeye çalıştım. Böyle yaparak, kendisini “Gezi” eylemlerinin tam karşısında konumlayan arkadaşlarımın eyleme katılanlara ya da destekleyenlere karşı olan öfkelerini biraz olsun yatıştırabileceğimi ve ortak bir dil oluşturmak için bir çıkış yolu bulabileceğimizi umuyordum. Ama olmadı.Tam tersine yanlış anlayanlar oldu.
Hiçbir kışkırtıcı ifade ve bilgi paylaşmamama, her türlü şiddeti net ve kesin bir dille kınamama, vandalizmi asla hoş görmememe, her iki tarafın hassasiyetlerine azami oranda özen göstermeme rağmen, Gezi eylemcilerine destek vermekle “suçlandım”.
Gerçi Cumhurbaşkanı’ndan İçişleri Bakanı’na, demokratik yollarla yapılan eylemlere destek vermenin meşru bir hak olduğu ifade edilmişti ama zihinler bölünmüştü bir kere.
Dolayısıyla benim kin ve nefret duygularının oluşmasını bir nebze de olsa engelleyebilme umuduyla yaptığım paylaşımlar -bazı (sağcı) arkadaşlarım tarafından- adeta düşman saflarına geçmişim gibi algılandı.
Öte yandan işlerin çığrından çıkıp tehlikeli boyutlara varacağına dair endişelerimi paylaşmam nedeniyle de -diğer bazı (solcu) arkadaşlarım tarafından- Vali’nin basın sözcülüğünü yapmakla “suçlandım”.
Bazen özenmiyor da değildim onlara. “Onlara”, yani kafası bu kadar net olup da düşman bellediği karşı tarafa insaf, izan düşünmeden dalanlara.
Görüyordum ki hiçbirinde bendeki ruhsal karmaşa, derin üzüntü ve endişe hâli yoktu. Onlar için, endişelerinin üstesinden gelmenin yegane yolu -değdi-değmedi demeden- öfkeyle karşı tarafa çullanmaktı.
Karşı tarafın ne kadar fena olduğunu gösteren her bilgiyi çok kırıcı yorumlarla, hem de yalan-yanlış demeden paylaşıyorlardı. Çünkü “onlar” haklıydılar(!) ve bunu göstermeliydiler.
Bir yandan polisin devam eden müdahalelerinin, diğer yandan da bilgi kirliğininin ve insanların saldırgan üsluplarının sebep olduğu giderek yoğunlaşan öfkeyi gördükçe üzüntüden kendimi helak ediyordum.
Ruhum ikiye bölünmüş gibiydi. Yüzde ellisi Gezi’de, yüzde ellisi evdeydi. İkisini de zor tutuyordum. İkisi de alıp başını gitmek istiyordu.
Mavi Marmara Olayında da Böyleydik
İçine düştüğümüz bu zihinsel bölünme, pek çok açıdan Mavi Marmara olayından sonra yaşadıklarımızı hatırlatıyor bana. Hatırlarsınız, Mavi Marmara olayında, “mazlumlara yardım” gibi kutsal bir amaç için yola çıkan ve tüm dünyanın gözleri önünde hiç şüpheye yer bırakmayacak şekilde haksız ve hukuksuz şiddetle karşılaşıp katledilen insanlarımız hakkında “Orada ne işleri vardı?” şeklinde sorgulamalar yapılmıştı. Birçok kişi, MaviMarmara gemisinin Gazze’ye AK Parti tarafından bir seçim yatırımı olarak gönderildiğini iddia ediyor ve bu nedenle de dokuz şehidimizin sorumluluğunu İsrail’den çok Ak Parti’ye yüklüyordu.
İsrailli yetkililere ve İsrail’in yandaş basınına göreyse tek suçlu İsrail devletini provoke eden Mavi Marmara yolcularıydı. İsrailli askerler, kendileriyle cihat (!) etmek için yola çıkmış eylemcilerle mücadele (!) ederken kazara (!) can kaybına sebep olmuşlardı. (Bu son cümle, çok değil, iki ay önceki Jerusalem Post Gazetesi’nin ifadesidir! Ünlemler bana ait tabii ki.)
İşte buna benzer bir durum, şimdi de Gezi protestolarındaki “masum” insanların başına geldi. İşin içine karışan örgütlerin, lobilerin, darbecilerin ve partilerin varlığı ileri sürülerek protestocuları anlama çabasına girmektense, topyekûn savaşmayı tercih etti pek çok kişi.
Gezi eylemlerine (vandallara değil tabii ki) katılmayıp, sadece destek verenler bile zaman zaman teröre destek veriyormuş muamelesine maruz kaldılar. İki olay arasında nitelik ve nicelik olarak çok fark var tabii ki. Ama sonuç, yani toplumdaki bölünme ve kullanılan dil açısından çok benziyorlar bence.
Dün Mavi Marmara yolcuları bir kesim tarafından ötekileştirilip “Bunların eline güç geçse şeriatı getirip tepemize binerler” denerek dışlanmıştı, bugün de Gezi eylemcileri darbecilerle bir kefeye konularak ötekileştirilip “Bunların eline güç geçse tepemize binerler” denerek dışlanıyor.
Daha açık bir ifadeyle bugün Gezi Parkı eylemlerine destek veren insanların yüzde 90’ı, Mavi Marmara davasına karşı duyarsız kalmıştı.
Mavi Marmara Davası’nı sahiplenen insanların yüzde 90’ı da Gezi Parkı eylemcilerine karşı duyarsız. Örneğin, polisin sadece taş vs. atanlara karşı değil, alandaki ve sokaklardaki kalabalığa karşı da biber gazı kullandığını hatırlattığınızda, “Ne işleri vardı orada, gitmeselerdi!” deyiveriyorlar.
Yüz Yıllık Oyun
Tam bu noktada, “Gezi olaylarındaki lobilerin, dış mihrakların oyunlarını görmüyor musun?” dediğinizi duyar gibiyim. Görüyorum, hiç merak etmeyin. Ama o dış mihrakların, lobilerin yüz yılllık daha derin oyununu da görüyorum.
Mesele, lobilerin Gezi olaylarını karıştırarak Türkiye’ye darbe vurması kadar basit olsaydı, hiç bu kadar üzülmezdim. Bunun üstesinden gelebileceğimizi biliyorum çünkü. Fakat sorun çok daha köklü, çok daha derin ve büyük. “Asıl mücadelemiz, üzerimizde oynanan bu yüz yıllık oyunun üstesinden gelmek olmalı” diye düşünüyorum.
Bu oyun, en açık şekliyle yukarıda da anlatmaya çalıştığım gibi Mavi Marmara olayında çıkmıştı karşımıza.
Tek yürek olup, sen-ben, şucu-bucu ayrımı yapmadan, kenetlenmemiz gereken bir durumdu o. Olay ağırdı, ama sorunun cevabı çok basitti. Çünkü haklı ile haksız çok netti. Saf tutmak kolaydı. Başaramadık. Farkında olmadan bölündük.
Ben, kendi adıma başından beri Mavi Marmara’nın tarafındaydım ve hâlâ da orada duruyorum. Bir milim kıpırdamadım yerimden. Ama bu, Gezi parkı eylemcilerine cephe almamı gerektirmiyor. Tam tersine “Oradaki haksızlığa karşı durabildiysem, buradakine karşı da durabilmeliyim” diye düşünüyorum.
Ve şimdi… Kadere bakın ki Mavi Marmara’nın üçüncü yıldönümünde (31 Mayıs’ta) alevlenen Gezi Parkı olayları ile çok daha zor bir sınavdan geçiyoruz.
Bu oyunu bozabiliriz, eminim. Ama tabii ki kutuplaşmalara hizmet eden nefret diliyle ve birbirimizi düşman görerek değil.
Resmin bütününü görmemiz ve her ne tarafta olursak olalım, birbirimize karşı empati yapmamız, biraz “merhametli” ve “nazik” olmamız gerekiyor. Hepimiz bu toprakların evladıyız yahu! Gezidekiler de, evdekiler de bizim çocuklarımız. Daha ne diyeyim ki?
Not1: Bu yazı Haber Ajanda dergisi Temmuz sayısında yayımlanmıştır.
Not 2: O gün ne düşündüysem bugün de aynını düşünüyor ve aynı yerde duruyorum. Gelişmeler ne kadar haklı olduğumu gösterdi. Durduğum yerden çok eminim. Bir gün herkesin buraya geleceğinden de eminim. Tek dileğim, o gün geldiğinde iş işten geçmemiş olması.
2020’den 2013’e Bakmak
Gelişmeleri sosyal medyadan takip edenlere ortamı anlatma çabam, bir süre sonra, dezenformasyona ve kutuplaşmaya karşı yaptığım yıpratıcı bir mücadeleye dönüştü desem abartmış olmam. Aşağıdaki sosyal medya paylaşımlarım bu durumu yeterince anlatıyor sanırım.
Bu arada, çoğu paylaşımda (daha sonraki günlere ait görüntülere rağmen) 30 Mayıs yazıyor; herhalde sonradan eklerken tarih kısmını yanlış işaretledim, takmayın:)
Bunlar arşivimde bulunan bilgi ve belgelerin çok küçük bir kısmı. Burada anlattıklarım da doğaldır ki gerçeğin ancak kendi çapımda görebildiğim kısmı. Hakikat, gerçeğin tüm parçalarının “dürüstçe” anlatıldığı tanıklıkların birleştirilmesiyle çıkacak ortaya.